Sayfalar

22 Ekim 2012 Pazartesi

Kurbanlık Kalp





Kurban Bayramı geldi ve ben sana kurban olmaya geldim…

İsmail’in imtihanı kurban edilmekti Yaratan’a, bıçağın imtihanı kesmekti Peygamber babanın en sevdiği çocuğunu. Bıçak feryat ediyordu “Ah! Ne olurdu taş olarak yaratılmış olsaydım da bu iş için kullanılmasaydım” diye.

Feryâd ki feryadıma imdâd edecek yok
Efsus ki gamdan beni azad edecek yok

Babanın imtihanı içler acısıydı. Kendisine “Halilim!” diyen Yaratıcı ile “Oğlum!” dediği iki sevgili arasında kalmıştı. “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” diye sordu oğluna; ama İsmail feryat etmiyordu, muhteşem bir cevap verdi: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap! Beni sabredenlerden bulacaksın”.

İbrahim de İsmail de bıçak da teslim olunca can-ı gönülden, ne bıçak kesebildi İsmail’in nazenin boynunu ne de İbrahim dönmüş oldu sözünden En Sevgiliye vermiş olduğu. İnanç, teslimiyet ve aşk çözmüştü keskin bıçakların çözemediği düğümü.

Kurban daha da yakınlaştırmıştı babayı ve oğlu yüce Yaratıcıya. “Kurban” “yakınlaşma” demekti çünkü. Sevgiliye kurban edilen her şey kişiyi sevgiliye yakınlaştırır. Aşık ile maşuk arasında aşktan başka hiçbir şey barınamaz böylece…

 Kurban Bayramı geldi ve ben sana kurban olmaya geldim… İsmail gibi uzatıyorum kalbimi sana. Aşkının keskin kılıcıyla kes! O kılıcın ufacık bir dokunuşu dünyaları bölebilir ama ne bir tereddüt ne de bir pişmanlık hissetmiyorum. Vur aşkının kılıcını, arınsın dünyam senden başka her şeyden. Vur kılıcını ki kaybetme benle olan imtihanını, kaybetmeyeyim dünyalara bedel aşkını. Bil ki, ne kılıç kesebilecek kalbimi ne de aşkın sonsuza dek nihayet bulacak. Kalbimle kalbin arasında aşktan başka bir şey kalmayacak!


İşte, Bayram geldi ve ben sana kurban olmaya geldim, İsmail gibi uzatıyorum kalbimi sana!

Yılda bir kurban keserler, halk–ı âlem ıyd içün
Ben senin saat–be–saat, dem–be–dem kurbanınam



19 Ekim 2012 Cuma

Ben İstanbulum



        Kalbimi aydınlatan gözlerin var, güneşin aydınlattığı gibi gözlerimi. Güneş olmadan gözlerim, gözlerin olmadan kalbim karanlıklarda kalıyor. Sana boşuna “Güneş gözlüm” demiyorum! Güneş gibi muhtaçken ben gözlerine; sen yoksun, gözlerin yok, İstanbul karanlık yine...
  
           Ay gibi parıldıyor ellerin, gözlerim kamaşıyor yüzüme dokundukça ellerin. Her zaman sıcak her zaman parlak. Neden böyle biliyorum elbette! Kalbinin sıcak ateşi ısıtıyor onları, o ateşten alıyor parlaklığını. Üşüyen ellerim muhtaçken ellerine; sen yoksun, ellerin yok, İstanbul soğuk yine…
     
       Dalgalı bir deniz oluyor saçların bazen, kimi zaman dümdüz akan bir ırmak. Saçlarında kalbimin gemilerini yürütürken ellerimle; denizler de ırmaklar da feda olsun saçının bir teline. Uçsuz bucaksız denizlerinde kaybolmaktan mutlu oluyorum ben, kaybolmaktan korkan tayfaların aksine. Kaybolmaya hazır bir çocukken ben; sen yoksun, saçların yok, İstanbul hüzünlü yine…

            Sen yokken hiç sabah olmuyor İstanbul’da, karanlıklarda martılarla ağlıyor İstanbul. Ne neşeli insanlar var sokaklarda ne de içimizi ısıtacak bir güneş. Sabah oldu zannedip uyanıyorum kimi zaman; ama sen olmuyorsun, karanlığı kucaklıyorum ben de. Aldığım her nefeste, bin bir ıstırap içinde, adını haykırıyorum. Ben İstanbul oluyorum o vakit; karanlık, soğuk ve hüzünlü!